Murat Ülker yazdı: Türkçenin Sırları
52 mins read

Murat Ülker yazdı: Türkçenin Sırları

TÜRKÇENİN SIRLARI

Ciddi manada yazmaya başladığımdan beri “GÜZEL TÜRKÇE” ana dilime olan hayranlığım arttı. Kanaatimce Güzel Türkçemiz hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi görmemiş, yeterince araştırılmamış. Ana dilimizin dilbilgisi, imlası, matematiksel yapısı, eklerin kullanılışı, pratikliği, diğer dillerde olmayan ünlüleri, ğ, p gibi sesleri araştırılsa ulusal tarihimizde kökleri bulunur. Latin ve Arap dillerinden farklılığı ve özgünlüğü idrak edilir. Eminim bu hazine keşfedilecektir.

Mesela:

Ekler Türkçede inanılmazdır, tek yüklem sözcüğünden oluşan cümleler kurulabilir…

Haydi siz de deneyin!

Nihad Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları kitabını severek okudum ve sizin için notlar çıkardım, gerçi dili biraz ağdalı ama. Bakalım bu görüşler sosyal medya çağında ne kadar geçerli, el yazısı kullanmayan, hatta mikrofona dikte eden ve sözlüksüz kısaltmalar kullanan gençlik ne yazıp konuşacak!?

Nihad Sami Banarlı(*)’nın Türkçenin Sırları kitabının önsözü “Bu kitap Türk dili üzerinde yıllar yılı yapılan araştırmaların; duyulan heyecanların ve samîmî bir Türkçe sevgisinin yazı hâline konulmasıyla meydana geldi. Türkçemizin, Türkiye topraklarında, büyük bir “millî estetik”le işlenmiş oluşuna bir kitap boyunca dikkat eden ilk eser, belki de budur.

Muharriri (yazarı), Türk dilinin nice güzelliklerini, üstünlüklerini, inceliklerini, âhengini, ne kadar asil ve büyük bir milletin dili oluşundaki göğüs kabartıcı yücelikleri, elinden geldiği kadar bu kitabın sahîfelerinde toplamaya çalışmıştır.” diyerek başlıyor.

Türkçenin Sırları’nda, dilimizin bilhassa son otuz yılında içindeki yanlış ve metodsuz dil tutumları nedeniyle oluşan buhranlı mâcerâsına ısrarla temas edilmiştir.

Kitapta Atatürk’ün kısa süren

“öz Türkçe denemesi”

nden sonra Türkçeleşmiş her kelimenin “hâlis Türkçe” olduğunu kabul etmekteki çok millî ve isâbetli görüşüne önemli yer ayrılmıştır.

Nihad Sami Banarlı Bir Dil Konferansı başlığı altındaki ilk bölüme “Türk Dili’ni seviniz! Çünkü Türklerin, en az geçmişleri kadar büyük geleceği olacaktır.” sözüyle başlıyor. Sonra da bir Tanzimat diplomatının unutulmaz nüktesi ile devam ediyor:

Fuad Paşa’nın Avrupalı diplomatlar toplantısında, zarif bir diplomat olarak, Avrupalı diplomatlara, “Devleti biz içeriden yıkıyoruz!” deyişi bir zariflik îcâbıydı, fakat “Siz dışarıdan yıkıyorsunuz.” sözü eksik söylenmişti. Bunun tamâmı: “Siz, hem dışarıdan, hem de içeriden yıkıyorsunuz!” şeklinde olmalıydı.

İngiliz edîbi (edebiyatçısı) George Orwell, 1984 adlı romanında, milletleri dil yıkımıyla çökertip birtakım “sürüler” hâline koymak isteyenlerin hedeflerini ve hikâyesini yazmıştır. Dilleri yıkmak nasıl olur? Meselâ bizde yalnız Türkçeleşmiş sözleri değil, bizzat Türkçe sözleri de değiştirip, kelime diye, zevksiz, âhenksiz ve mâzîsiz birtakım sevilmez, anlaşılmaz “sözcükler” îcat ederek… Böylelikle, birbirleriyle anlaşmaları yâhut belirli sloganlardan başka bir şey anlamaları imkânsız hâle gelen tâze kalabalıkları, birer sürü hâline getirmeye çalışmak ve sonra, bir değnekle, istenilen yola götürmek…

Mesela terimleri ele alırsak; Köprücük kemiği yerine “azm-i terkova” diyorlardı. Kalça kemiği yerine “azm-i harkafa” diyorlardı. İşte bunlar değişecekti. Fakat yerlerine daha çirkinlerini koymak için değil, halk Türkçesinde zâten yaşamakta olan “bilek kemiği” gibi, “göğüs kemiği” gibi, halk dehâsının eseri olan sözleri ve benzerlerini koymak için olmalıydı.

Kelimelere gelince; bu bambaşka bir problemdir: Kelimeler üzerinde hiç kimsenin oynamaya hakkı yoktur. Çünkü, kelimeler, milletindir.

Diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir “ses güzelliği” ile dalgalanıp bir “duyurma, anlatma” ve “inandırma” gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.

Dillerin bir mûsikî kudreti kazanması, kelimelerin birer “nağme güzelliği” alması uzun bir sürede olmuştur. Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel netîceye varmak için sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarından başlayarak; “söz”ü “ses”le birleştirmeye çalışmıştır. Asırların, bâzan çağların emeğiyle, böylesine güzel “ses” ve güzel mânâ kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delîli budur.

Daha sonra Banarlı eski Yunan’dan misal veriyor: …eski Yunanlılar, söze bir “duyuruculuk” vermek için, şiiri, “Lir” isimli sazla söylüyorlardı. Eski İranlılar, bunun için, “rûd, çenk, rebâb” gibi sazlar kullanıyorlardı. İbrânî şiiri, Dâvûd Peygamber’in de kullandığı mizmâr isimli bir sazla söyleniyordu. Dâvûd’un ilâhîlerine Mezâmîr denilmesi, bu dînî şiirlerin mizmârla birlikte söylenmesindendi. Eski Türkler, şiiri, “kopuz”la söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını ararlardı.

Türk Dili, şiir söylemek, hattâ söz söylemek için, türlü sazlardan başka, dile ses katan âhenk unsurlarının en mühimlerinden olan “kāfiye”yi îcat eden lisandır. Türkçe, daha ilk şiirlerinden başlayarak “aliterasyon”ları (1) büyük zevkle ve alışkanlıkla kullanan ilk şiir dilidir. Böylelikle, şiiri, yalnız sazla değil, dilin kendi mîmârîsi içinde de mûsikî ile söyleyen bir milletin lisânıdır.

Kelimeler, asırların ve asırlar içinde millî ataların işledikleri birer “söz mücevheri”dir.

Türkçe, birçok başka diller gibi, yalnız bir vatanda değil, milletimizin târih boyunca, nice müstakil ve muhteşem devletler kurduğu, çeşitli vatanlarda işlenmiştir. Türkiye Türkçesi’nin de güzelliğinde en büyük coğrafi tesir, 900 yıla varan bir zamandan beri, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’nin tesîridir. Fakat Türkçe, tıpkı Türk milleti gibi, târihin son dokuz asrında, dünyânın üç kıtası üzerinde lisânî bir imparatorluk kurmuş ve bir “imparatorluk dili” hâlinde işlenmiştir. Bu bakımdan dilimiz, hüküm sürdüğü toprakların neresinde “güzel bir ses” bulmuşsa, onu, kendi bünyesine almakta büyük kabiliyet göstermiştir.

Daha sonra Banarlı “İMPARATORLUK DİLLERİ” başlığı altında şunları anlatıyor:

İmparatorluk dilleri yalnız bir ülkede değil, birçok ülkede devlet kurmuş hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Tabiî olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zenginleşmişlerdir. İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır (gümrük ve alış veriş vergisi), mahsul toplar gibi, kelimeler de alırlar.

Ancak yeryüzünde ve cihan tarihinde imparatorluk dili olmamış diller çok, fakat, imparatorluk dilleri azdır. Çünkü dünya târihinde hem askerî ve idârî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş millet azdır. Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla, uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki “Latince, Arapça, İngilizce” ve “Türkçe”dir. Ama dillerin hiçbiri özdil değildir.

Latince, bir zamanlar, yeni Latince dilleri denilen, Fransızcaya, İspanyolcaya, İtalyancaya, Romence ve Portekizceye kaynak olmuş lisandır, fakat özdil değildir. Dünyanın ilk büyük destan edebiyatını, şiirini, trajedisini, felsefesini ve mitolojisini yaratan Yunanca da özdil değildir. Yunanca’nın en az yarıdan fazla kelimesi Makedonya, Anadolu, Sûriye ve muhtelif Mezopotamya dillerinden alınmadır.

Arapça ise kelime sayısı bakımından, dünyanın en zengin dillerinden biri, belki de birincisidir. Fakat bu dilde başka dillerden alınma kelimelerin sayısı büyük bir yekûn tutar. Bir imparatorluk dili sayılan Arapça, başta İbrânîce olmak üzere, Yunanca’dan, Latince’den, Sanskritçe ve Farsça’dan ve daha birçok dillerden kelime almışdır. Araplar, başka dillerden Arapçalaşmış, kelimelere “muarreb” (2) derler, fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler. Arapça başka dillerden alabildiğine faydalanmış fakat aldığı her kelimeyi, “ebekuşağı altından geçirmişçesine”, Arapçanın gramerine ve fonetiğine adapte ederek Arapçalaştırmıştır.

Üçüncü imparatorluk dili İngilizce’dir. İngilizlerin: “Bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır.” deyişlerindeki müstesnâ ilerilik, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifâdesidir. Daha birkaç yıl evvel, Uzak Doğu, Kore ve Japon dillerinden İngilizceye yeniden binlerce kelime alınması ve bu kelimelere, İngiliz tâbiiyyetine kabullerinin nüfus kâğıdı verilmesi, aynı ileri anlayışın yepyeni bir tecellîsidir.

Şimdi güzel Türkçe’mize gelince, Türkçe, daha Orta Asya’daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil, bir imparatorluk diliydi. Bir dilin tabiatında başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirmek kudreti varsa artık o dili özdil yapamazsınız. Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa aynı millet tarafından fethedilmiş kelimeler de öyle Türkçe kelime olmuştur.

Yazarın imparatorluk dilleri tezi hala geçerli mi bilmiyorum; ama artık eski imparatorluklar yok! Tahtını koruyan tek dil İngilizce, o da benim konuşup yazdığım hali ile “global ingilizce”. Düşünsenize milyarı aşkın paki, hindu, bengallinin telaffuzları ile konuştukları dil de İngilizce; neredeyse tüm enternasyonel ticari yazışma ve diyaloglar da İngilizce. Heralde İngilizce basit kurulumlu eksiz bir dil olmasına borçlu tüm bunları …

Yine merak ettiğim, kitapta rastlamadığım bir husus, tarihte, hatta şimdi bile Türk halkları tarafından çokça kullanılan Slavca ve Çinçenin bizim anadilimizle karşılıklı etkileşimidir; biraz araştırınca son yıllarda yapılmış birkaç araştırmaya rastladım, dipnotlarda paylaştım (3) belki bir gün karşıma daha fazla araştırma fırsatı çıkar. Belki duymuşsunuzdur, tepe, moruk gibi kelimeler Japonca’da birebir aynı mana ve telaffuzda kullanılırmış.

Bir sonraki bölümün başlığı: BİR DİL NASIL GÜZELLEŞİR. Banarlı bu bölümde bir milletin evlatlatlarının bir dili nasıl güzelleştirdiğinden şöyle söz ediyor:

Büyük şairler, milletinin dilindeki güzel sesi duyan ve duyuran insanlar demektir. Bunun bizde de Batı ülkelerinde de unutulmaz örnekleri, örnek şairler ve nesircileri vardır. Böyle şairler için cümlelerle mısrâlar bir mûsikî parçası; kelimelerle heceler, birer nağmedir.

Türkçede “tasalanacak” gibi, üst üste beş “a” sesiyle yahut “mutluluğumuz” gibi, üst üste beş “u” sesiyle teşekkül etmiş kelimeleri şiirde kullanmamak; buna mukābil “gönül” gibi “lâle” gibi; “anne” gibi, “ölüm, cihan, toprak, ateş, surâhi, yâsemin” vb. kelimeleri kullanarak Yahya Kemal’in:

Fark etmez anne toprak ölüm mâcerâmızı

mısrâında görülen ses hareketini yaratmak, Malherbe’in (4) Fransızcada ses tenevvüü (çeşitliliği) anlayışına bir örnek olabilir.

Tevfik Fikret’in:

Bugün sıcak yine pek sanki ortalık yanıyor

Mısrâında da böyle bir mûsikî vardır. Ve sesler: u – ü – ı – a – i – e – e a – i – o – a – ı – a – ı – o tertîbiyle, yalnız bir yerde iki e sesi kullanılarak sıralanmıştır.

Buradan Banarlı’nın Uzun Hece vurgusuna gelirsek:

Meselâ Türk ırkı, eski Asya topraklarında bir ordu milletti. Sürülerle at besleyen, at üzerinde yaşayan, at üzerinde ölen Türklerin uzun konuşmaya vakti yoktu. Yaşanılan bozkır iklîminin sertliği de buna imkân bırakmıyordu. Onun için, Türkçede “Gel! Git! Var! Kır! Çık! İn! Koş! Dur!” gibi, tek heceli cümleler sesleniyordu.

Bu tok ve “kapalı” heceler, eski Türkçenin karakteristiğini teşkil ediyordu. Başlangıçta “damak” yerine “tamgak, “kayık” yerine “kadguk” denilmesi bundandı. Böylelikle, Türkçenin yalnız tek heceli kelimelerine değil, iki üç heceli kelimelerine de bu tok ve kapalı heceler hâkimdi. Türkistan Türkçesinde, zamanla üçüncü harfleri aşınan “açık hece”ler de olmuştu. “Kud-hug” kelimesinin “kuyug” ve “kuyu” olması böyleydi. Fakat bu Eski Türkçe’de “uzun hece” yoktu.

Eski Akdeniz medeniyetine mensup bütün milletlerin dilinde, İbrânîcede, Yunancada, Latincede, vb. uzun hece vardır. Esâsen, hiçbir kelime Türkçede başka dillerdeki telaffuzuyla yerleşmiş değildir. Türk, onları, az veya çok, kendi zevkine, kendi söyleyişine göre ayarlamış ve Türkiye Türkçesi’nin kendi “güzel sesiyle” kullanmıştır. Arabın Ellah’ına bizim Allah dememiz böyledir; Arabın “manâra”sına bizim “minâre” dememiz böyledir; Acem’in “gul” sözüne bizim “gül” güzelliği vermemiz böyledir. Hattâ, eski Türkün “Tengri” kelimesine bizim “Tanrı” sesi vermemiz de böyledir.

XIII. asır Anadolu şairi Yûnus Emre’nin şiirlerindeki:

    Nidem elim ermez yâre

    Bulunmaz derdime çâre

    Oldum ilimden âvâre

    Beni bunda eğler misin?

mısrâları, yâhut:

Türk şiirini, asırlarca, an’anevî “Dîvan Şiiri” estetiğiyle ve disiplinle kucaklayan “klasik terbiye” sonucu olsa bile, uzun hece:

Akşam oldu, yine bastı kāreler,

Gitme yârim seni arslan pâreler

diyen halk türküsünde artık yerli bir zevktir.

Fâtih Sultan Mehmed’in ordusu, İstanbul şehrini zaptettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte o kumandanın adını verdiler. Türk telaffuzundan bu semte ya “Cebeli” veya “Cabalı” denmesi beklenirdi. Fakat öyle olmadı. Halkımız, bu İstanbul köşesini “Cibâlî” âhengiyle güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türklerinin dilinde artık bir “uzun hece zevki” vardı. Ve bu zevk, yeni vatanın, yeni coğrafyanın terennümüydü.

Banarlı’nın yaptığı şu vurguyu tekrarlayayım:

Bu dili seveceksin! … Hem de her haliyle seveceksin! Ataların bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise ikincisi Türkçe’dir.

“ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK” bölümünde ise Banarlı 1911de yazılan bir makaleden yola çıkarak başlayan “yeni lisan” hareketinden söz ediyor:

Bir vakitler, bir kimseler, Türkçede kullanılan bütün yabancı terkipleri terketmek, artık hiç kullanmamak ve yazı dilimizi, bilhassa İstanbul halkının konuşma dilinden ses ve söz alan, en güzel, en işlenmiş, en temiz ve millî bir lisan hâline koymak ülküsündeydi.

“Yeni Lisancılar” bunu yapmak istiyor ve yapıyorlardı. Böyle bir dil anlayışıyla eserler, hem de güzel ve kıymetli eserler verdikleri için de hareketleri tutunuyor ve seviliyordu. Çünkü çirkin bir şey yapmıyorlardı. Milletin diline müdahale etmiyor, Türkçeyi çirkin yollara sürüklemiyor; halka tam mânâsıyla halk diliyle seslenmeye çalışıyorlardı.

Ama bilahare Türkçe, “uydurmacılar” elinde dilimiz hiçbir ciddî sebep yokken, Türk halkının malı olan nice güzel kelime baltalanarak bilhassa yeni yetişenler için zevksiz, kifâyetsiz, çirkin hallere düşürülmüştür. Bir anda yüzlerce Türkçe söz bulmak mümkün değildir. Uydurmacılık, kelime uydurmayı meslek ve zenâat hâline getirenler tarafından bir kötü hareket olmuştur.

Halbuki, sabun kokusunu yahut sabundaki hafif ve güzel kokuyu sever misiniz? Sanırım çok insana bu koku, doğrudan doğruya “temizliğin kokusu”, onun tüten buğusu imiş gibi, hoş gelir. Sabun, Latince sapo ve Fransızca savon kelimesinden Türkçeleşmiş bir sözdür.

Türk halk zevki bir kelimeyi Türkçeleştirirken ona öyle sihirli bir ses, öyle âhenk verir ki kelime, ifâde ettiği mânânın âdeta notası, mûsikîsi olur; bâzan rengi, kokusu ve buğusu olur. Sabun ve sabun köpüğü de böyledir. İnsanların dünyaları kelimelerle örülmüştür; kelimelerle duyar, kelimelerle düşünürüz. Kelimeler asırların ve asırlarca o kelimeleri konuşan, onlarla duyan, düşünenlerin; onlarla seven ve sevilenlerin yaratıp güzelleştirdiği, beğenip Türkçeleştirdiği, canlı, ruhlu ve mûsikîli varlıklardır.

GÜZEL EV’İN HİKAYESİ başlığı altında ise Banarlı şu çıkarımı yapıyor:

Türk dili daha ilk çağlardan îtibaren bir imparatorluk dili hâlinde kurulmuştur. Ondaki kelimelerin pek çoğu eski Türk zaferlerinin hâtırasıydı. Hemen bütün Asya milletlerini, asırlarca hattâ çağlarca kendi kudretli hâkimiyetleri altında tutan Türkler, fethettikleri veya hüküm yürüttükleri o ülkelerden vergi alır, baç alır gibi “kelimeler” de almışlardı. Bu “kelimeler” orta ve uzak Asya medeniyetinde ortak kelimelerdi. Yeryüzünde Türklerle beraber çeşitli milletlerden kurulan ortak medeniyetler vardır. Eski Türkler hem medenî yani kültürel alışverişlerde bulundukları, hem hükümleri altında tuttukları bu milletlerin dillerinden kelimeler alışverişinde de bulunmuşlardı. Türkçe’ye bu suretle Çince’den, Hintçe’den, Kore dilinden Moğolca ve Soğdakça’dan hatta Yunanca’dan kelimeler girmişti.

Ve şu Netice’ye varıyor:

Ziya Gökalp’in

Aruz sizin olsun, Hece bizimdir

deyişi bir dar görüştür. Bunda belki de İmparatorluğumuzun yıkılışını, bize kendi öz milletimize ve öz vatanımıza dönüş diye tanıtan ve yalnız Anadolu topraklarına sığınmamızı bir zafer gibi gösteren zihniyetin tesîri vardı. Bu “öz dil” gibi acayip bir “öz vatan” anlayışıydı. İyi ama Edirne öz vatandı da Selânik ve Üsküp neden değildi; Kars, Ardahan öz vatandı da Kerkük neden değildi? Lozan mecburiyeti hudutlarımızın dışında bıraktı diye artık vatan sayılmayacak mıydı? . Ama lisan konusunda bilimin dediği geçerliydi.

İstanbul’u Türk yapışımızla “ev”i, “su”yu, “yasa”yı, “sıra”yı veya “para”yı Türk yapışımız arasındaki fark ne? İş yalnız almakta değil, alınana millî damgayı vurmaktadır. O zaman kelimelerin de İstanbul gibi, bütün Anadolu gibi her şeyden çok Türk olduğu görülür.

Nihayet bizim fethettiğimiz kelimeler de fethettiğimiz ve bugün üzerinde yaşadığımız topraklar gibi bizim büyük günlerimizin ve “büyüklük” duygularımızın hâtıralarıdır. Şimdi bu kelimeleri kovup büzülmeye gerek var mı?

Ve geliyoruz “YUNUS’UN TÜRKÇESİ” bölümüne..

XII. asırda, Türkistan’da Ahmed Yesevî ile başlayan Türk diliyle tasavvuf edebiyatı, Yûnus’un ilâhîlerinde Türkçenin zaferleri olmuştur. Dînin ve tasavvufun Türklerden önce Araplar ve Îranlılar tarafından geliştirilmiş Arapça ve Farsça sözleri, terimleri, Yûnus’un Türkçesinde ebekuşağı altından geçmişçesine milliyet değiştirip Türkçeleşmiştir. Büyük şair, bu yolda bir kelime bile uydurmaya tenezzül etmemiş, ilâhîlerinin nice tılsımlı sözlerini, kendileriyle haşır neşir olduğu Türk halkının yaşayan dilinden derlemiştir. Bulamadıklarını, Arabîden, Fârisîden almış fakat öyle bir edâ ile kullanmıştır ki, bu kelimeler sanki öteden beri Türkçe imişler gibi millî bir ses, millî bir çehre almıştır.

Vahdet-i vücûd görüşünün, insanda Tanrı inanışını:

Beni bende demen bende değülem

Bir ben vardur bende benden içerü

gibi hâlis, Türkçenin bu ölçüde bu kadar boyasız, pırıltısız malzemesi ile fakat bu kadar aydınlık söyleyebilmek için Yûnus’un her bakımdan “millî dehâ”ya sahip olması lâzımdır ki, onun Türkçesinde ışıldayan ‘nur’ işte, “Türkçenin dehâsı”dır.

Böyle, “Türkçe sözler” kadar “Türkçeleşmiş” kelimeleri de kullanmakta Yûnus aynı dehâyı gösterir. Meselâ, Anadolu Türkçesi’nde dilimizin ve sanatımızın en millî çizgisi olmuş “elif” sözü, bir gün Türk kızlarına isim olacak kadar millîleşmeye Yûnus’un şiiriyle başlamıştır.

Yunus Emre’nin Türkçe’yi kavrayışı ve kullanışı, “bir dilin sesi ve mimarisi,” olmalıdır diye ancak bugünkü mukayeseli dil bilgisinin vardığı neticeye bundan yedi asır önce varmış öylesine ileri bir anlayışa uygundur.

“RAKSEDEN DİL” başlığı altında da Banarlı Türkçe’nin güzelliklerini anlatmaya devam ediyor:

Yine şiir adı altında kelimelerle yapılan diğer güzel bir sanat, “raks”dır. Lisan, her dilde rakseder ama ben onun Türkçedeki mûsikîli hareketlerine vurgunum. Bunlar arasında Hacı Bayram Velî’nin, kuvvetli âhengiyle, bir vücut hareketini zarûrî kılan ve bir “zikir” belki de bir “raks neş’esiyle” söylenmiş hissini veren şu raksan şiirini hatırlarım:

Noldu bu gönlüm – Noldu bu gönlüm

Derd ü gamınla – Doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm – Yandı bu gönlüm

Yanmada derman – Buldu bu gönlüm

Bayram’ım imdi – Bayram’ım imdi

Bayram ederler – Yâr ile şimdi

Hamd ü senâlar – Hamd ü senâlar

Yâr ile bayram – Kıldı bu gönlüm

Yakup Kadri, bir halk türküsünde, “kelimelerle yaratılmış” bir hareket güzelliği hatırlar:

Bahçeye de kurdum çifte salıncak

Yâr gidip… yâr gelip… sallanacak

mısrâlarıyla içinde sevgili şeklinde bir neş’e sağnağı bulunan salıncağın bir gidip, bir gelmesindeki hareketi hoş bulur.

Karacaoğlan:

İncecikten bir kar yağar

Tozar Elif Elif diye;

Deli gönül abdal olmuş

Gezer Elif Elif diye…

duygulanırken, siz uzun ve devamlı karların mûsikîsini ve ince Anadolu yollarında uzayan, uzamak şöyle dursun, bitmeyen; âşık, derviş şair yürüyüşündeki gönül dolduran, sabırlı hareket güzelliğini gözlerinizle görürsünüz: Elif, uzun ve uzunluğu ölçüsünde ince bir harftir.

Buna benzer bir başka hareket güzelliğini Dîvan şâiri Vâsıf’ın şu tanınmış beytinde bulurum:

O gül-endâm bir al şâle bürünsün yürüsün

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün

Bir başka raks şiiri, Nedîm’in rakstan çok, örtüsüz sevgili vücûdundaki ışıklı güzelliği aksettiren rubâîsidir.

Rakkās bu hâlet senin oynunda mıdır

Aşıklarının günahı boynunda mıdır

gibi, resim sanatının da erişemiyeceği şûh ve aydınlık bir “nu” ile biten şu şiirde rakstan, hattâ vuslattan sonra dahi tükenmeyen bir “güzellik aşkı” vardır.

Diğer raksan bir şiir, Abdülhak Hâmid’in:

Hübûb eder gibi reftârınız ne hâlettir,

Aceb nesîm-i seherden mi âferidesiniz?

mısrâlarındadır: “Böyle, eser gibi yürüyüşünüz nasıl şeydir? Acaba, siz, seher rüzgârından mı yaratıldınız?” deyişi… Fakat ne yazık ki sır, söylenende değil, söyleyiştedir. Abdülhak Hâmid’in pek haklı olarak, bugün yaşamayan lisânı hesabına üzülerek düşünüyorum ki böyle bir şiir, eğer daha Türkçe kelimelerle söylenmiş olsaydı, lisânımız bugün onun raksından mahrum kalmayacaktı.

Türkçede rakseden şiirlerin en yenisi Endülüs’de Raks şiiridir. Hacı Bayram Velî’nin İlâhî duygularla söylediği o eşsiz gönül şiiri yanında, bu yenisi, tamâmıyle “profane” (mukaddes olmayan) bir şevkin terennümüdür. Sahne İspanya’dadır. Fakat üzerinde Türk lisânı rakseder. Hareket:

Zil, şal ve gül…

aliterasyonuyle başlar ve:

…bu bahçede raksın bütün hızı…

Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı…

âhengiyle devam eder. Şiirin:

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir,

İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir;

Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri,

İşveyle devriliş, açılış, örtünüşleri…

mısrâlarında, zil seslerinin ve rakseden güzelin bir ayrı mûsikî olan etek fışıltılarını duyabilirsiniz. Şiir:

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır,

İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

derken, siz, “ral-lal-la- ralla-ralla…” âhengi içinde bu sahnede, hem rakseden güzelin, hem mûsikînin, hem de renklerin döndüğünü hayranlıkla duyup seyredebilirsiniz.

Çünkü karşınızda Yirminci Asır Türkiye Türkçesi ve onun en güzel birkaç mısrâı raksediyordur.

Daha sonraki bölümde Sami Banarlı EFENDİ EFENDİMİZ başlığı altında Efendi örneği ile Osmanlı Türkçesi’nin nasıl başka dillerden derlenen sözcüklerle güzelliştiğini Efendi sözcüğü üzerinden anlatıyor:

Birçoklarının, bilir, bilmez, Osmanlıca dedikleri ve Türkçe’den ayrı bir dil gibi görüp öyle göstermek istedikleri “Osmanlı Türkçesi”nde, başka dillerden derlenmiş “kelimeler” yalnız Arabî ve Fârisî’den gelme sözler değildir. Bunların içinde, çok sayıda, Yunanca, Latince, İtalyanca, Sırpça, hatta Ermenice vb. kelimeler de vardır. İslâmî Türk zevki ve kültürü, bu kelimeleri, fethettiği ülkelerden çok kere, çiçek derler gibi derlemiş; kendi zevk ve mânâ bahçelerinde yetiştirip güzelleştirerek “beyaz Türkçe”ye mal etmiştir. Bunlar, her biri üzerinde asırlar ve vatanlar boyu Türk atalarının emeği geçmiş; onların dil, kültür ve gönül lisânı olmuş kelimelerdir.

Efendi kelimesi de böyledir.

Kelimenin aslı, eski Yunancada “authentes” ve Rum telaffuzunda “aftendis”dir. Başlangıçta “mutlak hâkim” demek veya bir kölenin ya da bir câriyenin sahibi olan kimse demekti.

Türkçede XIII. asırdan beri kullanıldığı görülen “efendi” kelimesi, bu asırlarda Türkçe “çelebi” kelimesiyle yan yana ve onun yerine kullanılmış; daha sonra okuma hayatında yükselerek, ilim ve irfan sahibi olmuşlara ısrarla “efendi” denmiştir. Daha sonra, kelime geniş ölçüde yayılmıştır:

Şemseddin Sâmi Bey, Kāmûs-ı Türkisinde, “efendiden adam” tâbîrini “garîb” bulduğunu söyler. Zamânımızda “efendi adam, efendi kadın”, hattâ “çok efendi kız” gibi beğenerek söyleyişler daha kıymetli bir ifâde taşıyor.

Eskiden Osmanlı padişahlarının nikâhlı kadınlarına da “Kadın Efendi” denirdi.

KÖŞE bölümünün konusu ise zengin Türkçe’nin nasıl sığlaştırıldığı:

Bizim dil hengâmemizde işlenen suç, Türkçe’yi yalnız Türkiye topraklarında dokuz asır işlenmiş bir dil olmaktan kopararak fakir bırakmamızdır.

“Ne diye üzülüyorsunuz? Bir tek sözcük atıyor, yerine yenisini oturtuyoruz; bunda dilin ne ziyânı var?” sözü, ilk bakışta tehlikeli değildir, hatta saf Türkçe sevgimizi destekler.

Ne var ki Türkçe, bir mecazlar ve cinaslar lisânıdır. Onda her kelimenin birçok mânâsı olmuş, her kelime birçok başka sözle birleşerek, zengin bir mânâ âlemi, bir kelime âilesi kurmuştur. Türkçeden, Türkçe veya Türkçeleşmiş bir kelime atmak çok kere bir kabîle halkını toptan öldürmek kadar kabarık sayıda bir harcayıştır.

“Köşe” kelimesi de böyledir: Bu kelime dilimize Fârisîden gelmişti. Aslı, Acemcede “gūşe” sesiyle söylenirdi. Ancak Türk halkı kelimeleri mânâlarına göre seslendirmeyi sever. “Güşe”, köşenin keskin dönemecini hiç de belirtemeyen, âdeta yuvarlak sesli bir söz… Sesi ile mânâsı uyuşamıyor. Bu sebeple halk dili, onu “köşe” keskinliği içinde Türkçeleştirdi.

Sonra bu kelime ile bir dil ve mânâ âilesi yarattı: Köşe’yi, “baş”la birleştirerek, “köşe başı” terkîbini söyledi ve “baş köşe” diyerek odalarda, salonlarda büyüklere bir yer ayırdı. Onu “kapmak” mastarıyla birleştirerek “köşe kapmak, köşe kapmaca” oynamak deyimlerini yaptı; çekilmekle kaynaştırıp “bir köşeye çekilmesini bildi. Yahut, “geçmek”le “kurulmak”la anlaştırarak, “köşeye geçmek”, “köşeye kurulmak” deyimlerini buldu.

“Köşede kalmak, köşede bucakta kalmak, köşede bucakta aramak”, akşamları eve dönünce rahat ettiği ev bucağına benim köşem diyerekten ısınmak; eğer bu bir yazarsa, gazetesinin, her gün “kendi köşesinde” yazmak; nice girift, yuvarlak veya köşeli hâdiselere köşe penceresinden bakmak; bir büyük hükümdâra: “Dünyânın her köşesinde senin adın var!” diye seslenmek, sonra Fârisîden gelmiştir diye köşe kelimesini bir köşeye atmak; yerine “becek” yâhut “bükek” ya da “bükeç” gibi bir söz oturtup uzun zaman bütün bunlarsız kalmak…

TÜRKÇENİN GÜL BAHÇELERİ

Bir gün, sokakta; “kandil gülleri!…” diye bağıran bir satıcı sesi duyar ve yollarda güller satılıyor zannederseniz, aldanırsınız, satılan, gül değil, kandil simitleri, kandil çörekleridir.

Sokakta bir satıcı “körpe bâdem” diye haykırır. Eğer siz, tâze bâdem çıkmış diye aldanır ve bâdem almak arzûsıyle kapıya veya pencereye koşarsanız, göreceğiniz bâdem değil “salatalık”tır. Halk satıcısı, ona, körpeliğinden kinâye mi, “bâdem” demekten hoşlanır? Bunun belki daha ince bir sebebi vardır. Çünkü “salatalık” bu sebzenin nâzik adıdır. Onun asıl adını, sokaklarda “hıyar!” diye bağıra bağıra söylemeyi, satıcı elbette güzel bulmaz.

Satıcılıkta böyle “mecazlar” kullanış, Türk halk ticâretine henüz maddeci batı reklâmcılığı girmeden evvel, asırlarca yaşamış, yerli bir reklam zekâsıdır.

Küçük bir dikkat, bizim sokaklarımızda, bizim çarşılarımızdameyvelerin, sebzelerin ve daha nice şeylerin ekseriyâ kendi adlarıyle satılmadığını gösterir:

“Kavak inciri”nin, satıcı lisânında adı “yazılı kavak”tır.

Sergilerde “karpuz”lar neden “kurabiye” diye satılır? Karpuzla kurabiye arasındaki ince benzerliği ve çok mânâlı ortak vasıfları, zeki Türk halkı, nasıl ve nereden bulur?

Armut’un reklam dilindeki adı, neden “tereyağı”dır? “Kavunları, ne diye bir isim söylemeden “bal kutuları” diye satarlar? Sokaklarda “çiy bal” sesleri, niçin semâmıza dut mevsiminin geldiğini müjdeler?..

“Mustabey” adı da tek başına bir armudun adıdır.

Yunanca “kastanon” kelimesi Türk şehir Türkçesinde “kestâne” olmuştur.

Bugün seyyar satıcıların ayakkabının içine konan keçeyi “Ayak sobası”, sütyeni “ikizlere takke” diye satmaları bana bu “gül bahçesinin“ günümüzde nasıl sürgün verdiğini hatırlattı. Bu arada sütyen Fransızca soutien-gorge “göğüs desteği, göğüslük” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Fransızca soutenir “alttan tutmak, desteklemek” fiilinden türetilmiştir. Bu fiil Latince aynı anlama gelen sustinere, sustent- fiilinden evrilmiştir. Bunu da belirteyim (5)

Banarlı sonraki bölümde de ÖRNEK, ÖRNEĞİN’den yola çıkarak Türkçe’nin gücünü bir kez daha vurguluyor:

Bütün başka dillerde benzerleri olan bu hal bize şunu ispatlıyor ki örnek kelimesinin aslı olan orinag sözü, Ermenicede zengin bir kelime âilesi teşkil etmiş ve bu dilin esas kelimelerinden biri olarak gelişmiştir.

Aynı kelimenin Türkçede örnek sesini alması ve: örneklik, örnek almak, örnek olmak, örneğini çıkarmak vb. gibi kullanışlarıyla Türkçeleşmesi, dilimizin en yabancı bir kelimeyi bile nasıl millî bir ses ve söyleyiş içinde kendi kelimesi hâline getirdiğini gösterir.

Bu hâdise, yalnız Ermeniceden gelen bu kelime için değil, bizim yıllardır müdafaasını yaptığımız, (Arapçadan, Acemceden, Yunanca, Latince ve başka dillerden gelip hem ses hem mânâ bakımından) Türkçeleşmiş bütün kelimeler için böyledir.

Çünkü, yine büyük Alman şairi Goethe’nin dediği gibi:

“Bir dilin kudreti, kendine, yabancı olan şeyleri atmakta değil, onları yutup hazmetmekte gösterir.”

Banarlı’nın “GÜZEL ve GÜZELDEN ANLAMAK” ve ÜÇ DİLİN SÖZLERİ

Bölümlerinde ise Türkçenin estetiği üzerine çok güzel bir örnek var:

Arapçada develere verilen çeşitli adların zenginliği meşhurdur. Araplar, şiirde kullandıkları vezinlerini, nazım şekillerini bile develere göre ayarlamışlardır: Arap arûzu, bir bakıma deve yürüyüşünden doğmuş; Arap şiirinde taştîr adlı bir nazım şekli, adını, dişi bir devenin dört memesinden iki yandakileri bırakıp ortadakileri sağmak mânâsındaki bir kelimeden almıştır.

“İşte” bu çeşitten olarak, eski Türkçede” güzel”i ifade eden kelimelerin çokluğu dikkati çeker. Bunların, çok çeşitli güzellikleri belirtmesi, başlı başına bir dil ve estetik hadisesidir.

Türkçeyi bilmek zannedildiği kadar kolay değildir.

Bu büyük lisânın hatta onun sanatkârı olan ve onu, dil ve edebiyat hocası olarak okutanlar tarafından da çok dikkat edilmesi gereken nice incelikleri vardır.

Bunlardan birisi, Türkçedeki “sinonim” (6) zenginliğidir.

Daha, kuruluşundan başlayarak bir “İmparatorluk dili” hâlinde geliştiğini bu sahîfelerde defalarca belirtip ispat ettiğimiz Türkçede bu zenginlik, aynı zamanda “ortak medeniyet” kurduğu milletlerin dillerinden seçilmiş, en mânâlı kelimelerin bolluğundandır.

Bir dilin güzel kullanılması ve meselâ bir cümlede hattâ bir paragrafta ve bâzan daha büyük bir yazıda aynı kelimenin defalarca tekrarından doğacak monotonluğu önlemek için, mümkün olduğu kadar çok, “müterâdif kelime” kullanmak, her dilde, her edebiyatta bir yazı kaidesidir.

Türkçeyi fakirleştirmek için, adam yerine “kişi,” insan yerine “kişi,” zât yerine “kişi”, şahıs yerine “kişi” vb. dememizi isteyenlerin düştükleri korkunç hatâ çok yerde belirtilmiştir. “Hesap” yerine “aritmetik” demekte ısrâr edenlerin “hesap sormak, hesap görmek” gibi sözler yerine ne kullanacaklarını merak ettiğimizi evvelce biz de sormuş ve cevap alamamıştık.

“Halbuki” Türkçede “sinonim” zenginliği, dilin “zevki” hâline girmiş, Türkçenin dehâsı olmuş, Türk dilinin mîmârîsine işlenmiş, büyük bir “dil hâdisesi”dir.

Bu, daha Orta Asya Türkçesinde, Çinceden, Hindceden, Moğolca, Yunanca vb. gibi dillerden alınan kelimelerin kullanılışında da böyle olmakla beraber, bilhassa İslâm medeniyeti çağlarında çok gelişmiş bir “dil zenginliği” ve bir “dil estetiği”dir.

“DİL İNKILABINDAN 28 YIL SONRA” başlıklı bölüm kitaba yazarın 24-31 Temmuz 1960da Yeni Sabah Gazatesi’ndeki yazı serisinde kısaltılarak alınmış. Burada sözü edilen inkılap Türkçenin, Arapça ile Farsça kökenli sözcük ile dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, ulusal dili olarak yazı ile konuşma dili durumuna getirilmesini amaçlayan, 12 Temmuz 1932 tarihinde başlayan inkılaptır (7). Yazı dizisi kitapta şöyle özetlenmiş:

Milletimizi bir dil macerasına ve bir dil anemisine sürüklemek bizi hiçbir ilimde hiçbir fende söz sahibi olamayacak hale düşürmek demektir. Avrupâî inkılâplarını bizden senelerce sonra yapan Japonlara ibret gözüyle bakmamız yerinde olur:

Japonların, Avrupa medeniyetine girmeleri, bizim Tanzîmat inkılâbımızdan sonradır. Fazla olarak, Japonlar, Avrupalılarla bizim gibi çok eski asırlardan beri temas hâlinde değildiler. Orduları, bizim ordularımız gibi Viyana kapılarına dayanmış, Otranto’ya asker çıkarmış değildi. Devletleri, bizim devletimiz gibi, daha on yedinci, on sekizinci asırlarda, Batı medeniyetinin bâzı müesseselerini kendi memleketlerinde de kurmak ihtiyacında hattâ bilgisinde değildi. Kısaca onlar, Avrupa’yı bizden çok, pek çok sonra tanımıştılar.

Böyle olduğu halde Japonya bugün Avrupa hattâ Amerika ile boy ölçüşecek bir kültür ve teknik seviyesine ulaşmıştır. Bunun ilk sırrı lisan vâsıtasındadır. Japonlar, kendi Japoncalarıyla bu işi başaramayacaklarını; Avrupa medeniyetini anlamak, ona varmak, hele onunla yarışmak için Avrupa milletlerinin dilleri ölçüsünde zengin bir dile sahip olmanın lüzumunu anlamışlardı. Bu işi bir anda yapamayacakları için, kültür dili olarak İngilizceyi öğrenmekten başka çâre bulamadılar. Bu arada, birçok Avrupalı kelimeyi “Japoncalaştırarak”, uydurmacılığa sapmaksızın, kendi millî dillerini de zengin diller seviyesine çıkardılar. Bunun Japonya için feyizli netîcesi meydandadır.

Ancak burada şu hakîkat de belirtilmelidir ki Türk milleti, başka milletlerin dil ve kültür seviyelerine ulaşmak için, bir başka milletin lisânını, bir defa daha kültür dili olarak kabul etme mâcerâsına sürüklenemez. Türkler bu işi daha XI. asırda yapmışlar ve ilim dili olarak Arapçayı, edebiyat dili olarak da Fârisîyi kullanmışlardı. O kadar ki, asırlarca, Gazneliler ve Selçuklular devrinde, Türkçe eser verememişlerdi. Türk âlimleri Arapça, Türk şairleri Farsça yazmışlar, bu yüzden bu dillere büyük hizmetimiz olmuştu. Kendi dilimiz ve millî kültürümüz adına büyük kayıp olan bu hareketin tek faydası, bizim, yine dil vâsıtasıyle İslâm dünyâsına ve İslâm medeniyetine hâkim olmamızdır.

Türkçe, Türkiye’de yalnız Arapça ve Acemce ile değil, aynı zamanda Rumca, İtalyanca ve Ermenice gibi yerli dillerle de mücadele etmiş ve bu savaşlarından muzaffer çıkmıştır. O kadar ki bu dil Türkçe olarak yaşama hakkını böyle meydan savaşlarında kazanmış bir gāzi lisandır.

Türkçeye girecek yeni kelimeleri, Türkçe köklerden yaparak, Türkçeyi bir millî dil olarak zenginleştirmek, diğer taraftan ilim dilimize âit terimleri, bütün yeni kelimeler gibi, Türkçenin zevkine estetiğine, mûsikîsine göre, mutlakā güzel ve milletçe benimsenir kelimeler hâlinde millîleştirmek, Türk dili çalışmalarının sapmak bilmez hedefi olmalıdır.

Ölü Doğmayan Kelimeler

Bugün Türkiye’de dil dâvâsı bir “edebiyat ve konuşma dili” dâvâsı değil, sâdece okullarda okutulacak ilimlerin “Türkçe terimlerle” okutulmasını sağlayacak bir “terim” dâvâsıdır. “İlim dilimizi” zengileştirecek bu Türkçe terimlerdir ki, Türk halkı tarafından sevilecek, cana yakın bulunacak, o kadar ki ilim ve tefekkür dilimizden edebiyat ve konuşma dilimize, sevilerek sızacak bu kelimeler, dilimizi her bakımdan “zenginleştirecektir”.

Türkçe, Bir Mecazlar ve Cinaslar Lisânıdır

Dünya edebiyatında “kafiyeyi, hele “cinaslı kāfiye”’yi (8) îcâd eden ilk dil olarak Türkçe, bir mecazlar ve cinaslar lisânıdır. Bir kelimeyi türlü mânâlarda kullanmak zevki, Türkçenin dehâsını teşkil eden çizgilerdendir.

Türkçe, târihin hiçbir devrinde, çağdaş medeniyet dilleriyle yarışacak bir kelime zenginliğine sahip olmamıştır. Fakat herhangi bir kelimeyi birden ziyâde mânâda kullanmak yoluyla bu sayı farkını ustalıkla telâfi etmiştir. Şu demek ki, Türkçede kelime sayısı az fakat kelimelerde mânâ sayısı, dilde bir saltanat kuracak ölçüde, fazladır. Türkçe bir taraftan bu inceliğiyle, diğer taraftan cümlelerinin hârikulâde üstün ve çeşitli mîmârîsiyle, merâmını ustalıkla ifade etmiştir.

Türkçe ve Türkçeleşmiş Kelimelerde Mânâ Zenginliği

Fuzûlî’nin şiirlerinde Türkçe “düşmek” kelimesinin elliye yakın mânâda kullanıldığı tespit edilmiştir.

İşte Türk Milleti, kelimelerini bir mücevher gibi işleme sanatını yalnız Türkçe kelimelere değil, Türkçeleşmiş kelimelere de tatbik ederek, onları da çok mânâlı kelimeler hâlinde millileştirmiştir.

Meselâ Türkçede yalnız “siyah renk” anlamına gelen “kara” kelimesinin, aldığı ekler ve birleştiği kelimelerle, dilimizde 200’den fazla mânâ ve deyim yaratmış bir ifade saltanatı vardır.

İbret Verici Örnekler

Yine Türkçede mesela, “gönül” kelimesi: “kalb, yürek, yüreğin mânevî varlığı, duygu, his, tesir, sevgi, aşk, ibtilâ, istek, arzû, heves, hüzün, endîşe, râzı oluş, cesâret, fedakârlık, ahlâk, tabîat, hatır, mîde” vb. gibi birçok mânâlarda kullanılarak, bir “birleşik kelime” saltanatı içinde yaşar.

Gönüllü, gönülsüz, gönülsüzlük, gönlünce, gönüllenmek, gibi şekillerden başka: “Gönül almak, gönül vermek, gönül çekmek, gönül açmak, gönlü olmak, gönlü olmamak, gönlü kalmak, gönül kırmak, gönlü bulunmak, gönlü hoş olmak, gönlü ihtiyarlamak, gönül açıklığı, gönül ferahlılığı, gönül eğlencesi, gönül bolluğu, iki gönül bir olmak, gönül darlığı, gönül hoşluğu, gönlünü etmek, gönlü güzel, gönülden vermek, gönülden kopmak, gönlü kara, gönül büyüklüğü, gönül zenginliği, ah bu gönül bu gönül, gönül ezilmek…” gibi daha nice mânâ ve ifâde incelikleri içinde kullanılır.

Demek ki, Türkçeden, Allah esirgesin, bir “gönül” kelimesi atılacak olsa, onunla birlikte ne mânâlar, ne incelikler, ne deyimler gidermiş…

İşte Türk milleti, bizim “Türkçeleşmiş” dediğimiz kelimeleri de böyle bir mânâ zenginliği içinde benimsemiştir. Meselâ Türkçeye Latinceden gelmiş “sabun” kelimesi veya Yunanca’dan gelmiş “fener” kelimesi, lisânımızda böyle zengin kelime âileleri içinde yaşar.

Ben de yıllardır “açık” kelimesinin ne çok anlamı olduğu konusunda Türkçeye hayranlık duyarım örneğin.. Açık kapı, aramız açık, açık üniversite, bütçe açığı, bu çay çok açık, işgücü açığı, hava çok açık, önümüz açık… Bir “açık” sözcüğünü kaldırın ne kadar zorlanırız..

NİHAYET

Evet okuduk, öğrendik; dilin musikisi içinde raks edip eğlendik. Her daim yaptığımız gibi geçmişe özlem duyduk. Ama şimdi gerçeklere dönersek; çok sular aktı köprülerin altından ve çok zaman geçti üzerimizden, artık eskiye dönmek değil süratle akan zamanda değişen dünyada arkada kalmamak değil öne geçmek olmalı arzumuz…

Ana dilimiz güzel Türkçemiz ve imlası için ne yapabiliriz, ne yapmalıyız bu dijital ve sosyal medya çağında? Nasıl sevdireceğiz, tutunduracağız ve kullandıracağız güzel Türkçemizi Z kuşağınca?

Kesinlikle tam, doğru, uzun, imlasız yazın; büyük harf, özel isim, de/da ayrı yazılır filan diyerek değil!

Tam tersine, hani işinin ehli “kaldırım mühendisleri” insanların tercihi ile aşındırdıkları patikaları döşeyerek yol yaparlar ya, trendlerin, gençlerin peşi sıra dili, imlayı, daha mühimi anlayışımızı ileriye taşımalıyız, diyorum ben. Haydi kolay gelsin!

NİHAD SÂMİ BANARLI

Aslen Trabzon’un köklü ailelerinden biri olan Alemdarzâdeler’den Nihad Sâmi, 1907 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğdu.

Türk edebiyatında bir edebiyat tarihçisi, münekkit (eleştirmen) ve fikir adamı olarak yerini alan Nihad Sâmi Banarlı, gençliğe millî şuûru aşılayan kitapları, dersleri, konferansları ile yol gösterici olan bir rehber hocaydı. Yaşayan güzel Türkçe’nin hayrânı ve savunucusu olarak uydurmacılık ve tasfiyecilik akımlarına karşı ömrünün sonuna kadar mücadele etti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir